Kitaplarını da dizisini de gayetle sevdiğim The Witcher’ın ikinci sezonunun after credits’inde tanıtıldığında heveslendiğim bu mini dizi beklentilerimin çok altında kaldı ne yazık ki.
Öykümüz The Witcher evreninde daha Dünyaların Birleşmesi gerçekleşmeden önce, insanların henüz elflerin dünyasına adım atmadığı bir dönemde geçiyor. Elf krallıkları arasındaki savaşlar devam edilirken birbiri ile pek geçinemeyen iki kabileleden sürgüne gönderilmiş delikanlı Fjall Stoneheart ile The Lark lakabı ile bilinen ozan kızımız Éile’nin yolları bir şekilde kesişiyor. Bu iki eski düşman bir olarak yanlarına kattıkları eski ve yeni dostlarıyla birlikte elf dünyası üzerinde tiranlığını ilan eden Prenses Merwyn’i (ki kendisi Fjall’ın eski kırığı olur) tahttan indirmek üzere yola çıkıyorlar. Gelişen olaylar Witcher konseptinin ortaya çıkması da dahil dünya üzerinde etkisi olan pek çok sonuçları doğuruyor.
Yani, görselliği, mekanları filan için seyredeceklere bir diyeceğim yok ama klişe hikayesi, bu hikayede daha da klişe ve de (mini seri olduğundan olsa gerek) apar topar gelişen olaylar ve de beklenen sonu ile muhtemelen bu satırları yazmasam bir sene sonra bende izi bile kalmayacak bir dizi. Devama su götürür bir son ile bitti, belki buradan bir sıkımlık daha bişey çıkarırlar ama izledikten sonra “listemde onca izleyecek şey varken ben 4 saatimi niye buna harcadım” dedirtti bana.